Özyeğin Üniversitesi, Çekmeköy Kampüsü Nişantepe Mahallesi Orman Sokak 34794 Çekmeköy İstanbul

Telefon : +90 (216) 564 90 00

Fax : +90 (216) 564 99 99

info@ozyegin.edu.tr

Nis 12, 2021

Basında ÖzÜ - Yaratılan Krizler Kutuplaşmanın Sınırlarını Yeniden Çiziyor

Cumhuriyet

  • Evren Hanım, her sabah güne başka bir tartışmayla başlıyoruz. Biz uykudayken gece yarısı Merkez Bankası başkanı değişiveriyor. Bir bakmışsınız 128 milyar dolar buhar oluyor. İstanbul Sözleşmesi'nden vazgeçiyoruz, amirallerin açıklaması "buram buram darbe kokan bildiri" damgasını yiyor. Sürekli olağandışılığın hüküm sürdüğü bir şok politikasıyla karşı karşıyayız. Bu noktada ülkenin fotoğrafıyla il gili genel bir değerlendirmede bulunur musunuz?
    Genel olarak çoklu bir kriz dünyasında yaşadığımız söylenebilir. Küresel bir salgının ortasındayız. Ama aynı zamanda hem kurumsal hem siyasi hem de ekonomik bir krizindçinden geçiyoruz. Bu krizlerin pek çoğu sistemsel ve küresel. Mevcut iktidarlar bu krizlere ellerinde uzun dönemli bir reçete olmadan, günü belki en çok o ayı kurtarmaya çalıştıkları kısa vadeli yanıtlar veriyor. Bu, gündelik yanıtlar ise mevcut krizleri çözmek bir yana, onu derinleştiriyor. Kriz her yerde var. Ancak güçlü kurumlan olan ülkeler bu krizlerin bir kısmından daha az yara alabiliyor. Türkiye'nin en önemli dezavantajı ise bu çoklu kriz dünyasına ciddi bir kurumsuzlaşma sürecinden geçerek girmiş olması. Kurumsallaşmanın erimesi yönetimsel rasyonalitenin de kaybolması anlamına geliyor. Kurumsallaşmanın en fazla eridiği alanlar, örneğin ekonomi yönetimi gibi, krizi daha derin yaşıyor. Türkiye'nin salgın yönetimi de bir miktar böyle. Tüm iktidar enerjisi, krizin o anlık hasarını atlatmaya, krizden kendisi hasar almadan çıkmaya yönelmiş durumda.

Krizle Yönetmek Bir Yönetişim Taktiği

  • Çoklu kriz ortamı dediniz. Önümüzde gerçek bir sorun var: Salgın. Geri kalana baktığımızda iktidarın her konuda bir inatlaşması söz konusu. Kanal İstanbul, İstanbul Sözleşmesi ve laiklik tartışmalarından faize... Bu inatlaşma iktidarın davranış biçimiyle ilgili ne söylüyor?
    Krizi sadece dışsal bir olgu olarak görmemek gerekiyor. Bir yandan evet, bütün dünya büyük bir dönüşüm sürecinden geçiyor. Ama öte yandan krizler aynı zamanda yaratılan ve icra edilen süreçler. Krizle yönetmek bir yönetişim taktiği de aynı zamanda. Nitekim her kriz, o krizi yaratanın arzu ettiği biçimde siyasi tartışmanın şartlarını belirliyor. Farklı siyasi aktörleri iktidarın çerçevesini çizdiği bir oyuna ortak ediyor. Kriz performansı bütün popülist iktidarların ortak özelliği. Ancak tabii bu yaratılan krizlerin ne olacağını siyasal iktidarın temel siyasal referansları büyük oranda şekillendiriyor. Bizde bu krizler hep üç eksen üzerinden ilerledi; dinin, ordunun ve kadınların toplumsal hayattaki rolü. Bu üç aktörün toplumsal ve siyasal rolleri hem toplumsal fay hatlarını harekete geçiriyor ve hem de üçü de çok doğrudan iktidarın ideolojik bagajı ile ilişkili.
  • Amirallerin gözaltında tutulması, açıklama yayımlanır yayımlanmaz "Aynı FETÖ taktiği", "28 Şubat'ı hatırladık" yollu açıklamalar, hiçbir şekilde 27 Mayıs'ı bile konuşamamak... Darbe paranoyasının seçmende bir karşılığı var mı, yoksa bu stratejinin sonuna geldik mi?
    Aslında bu bir önceki sorunuzla çok doğrudan ilişkili. Yaratılan krizlerin bir karşılığının olması gerekmiyor. Bu krizler iktidarın siyasal referansları üzerinden toplumsal kutuplaşmanın sınırlarını yeniden çiziyor, tehlikenin hâlâ orada olduğunu, kaybolmadığını kamuya hatırlatıyor. Mevcut iktidarın rasyonalitesinin en temel unsurlarından biri askerin dilsizleştirilmesi. AKP'yi iktidara taşıyan, iktidarını sürdüren, belki de onun ideolojik omurgası diyebileceğimiz en temel şeylerden biri askerlerin/ordunun tamamen dilsiz olması. İktidarın temel demokrasi söylemi de esasen askerin dilsizleşmesi ve seçilmiş sivil otoriteye tamamen tabii olması üzerinden ilerledi hep. AKP seçim kazandıkça ve iktidarını sağlamlaştırdıkça da Türkiye demokrasinin en büyük ve hatta tek sorunu asker olarak kodlandı. Üstelik 15 Temmuz bu kehaneti büyük oranda doğruladı. Dolayısıyla askerlerin, emekli ya da değil, iktidarın sözüne karşı bir söz söylemesi hem gerçek bir korkuyu tetikliyor hem de siyasi olarak çok kullanışlı bir alan.

 

Otokratikleşmenin Tek Bir Kaynağı Yok

  • Askeri dilsizleştirirken, güvenlik politikalarına bu kadar abanmak bir çelişki değil mi?
    Ben burada bir çelişki görmüyorum. Bilakis şöyle bakmak lazım: Otokratikleşmenin tek kaynağı yok. Askerin gücü otoriter sistemlerin bir boyutu. Bir diğer boyutu ise güçlü, merkezi ve denetlenmeyen bir yürütme aygıtı olması. Türkiye'de otoriterlik hep bu iki kanaldan ilerledi. Mevcut iktidar otoriterliğin askeri vesayet boyutuna dikkat çekip demokrasiyi buradan kurdu. Ama tam da bu, otoriterliğin sivil alanda yeniden kuruluşunu mümkün kıldı. Çünkü sivil otorite çok güçlü gördüğiT&skeri otoriteyi yenmek için her seferinde halka döndü ve daha fazla yetki istedi. Bu, güçlü ve denetimsiz yürütmenin meşruiyetinin ana kaynağı oldu. Türkiye'de güçlü ve denetimsiz yürütme aygıtı inşasının bjr diğer meşruiyet kaynağı ise "güçlü ve yükselen Türkiye" sloganı. Bu üst anlatı, iktidarın farklı siyasi kimlikleri ve farklı çıkar gruplarını kendi projesine ortak edebilmesinin yolunu açtı. Yani esasen iktidar, ordunun dilsizleştiği bir ülkenin kabuğuna çekilen bir ülke olmayabileceğini, hatta sivil iktidarın çok daha güvenlikçi olabileceğini gösterdi. Şunu unutmayalım ki Türkiye'de güvenlikçi politikalar konusunda iktidarın kendi tabanını aşan çok geniş bir uzlaşma var.

Temel Tedirginlik: Yarın Aç Kalacak mıyım?

  • "Tedirginlik Çağfnm yazarı olarak söyler misiniz, Türkiye de insanı en çok ne tedirgin ediyor?
    Tek bir tedirginlik yaşıyoruz diyemem. Yaşadığınız tedirginliği büyük oranda sahip olduğunuz kaynaklar belirliyor. Toplumsal sınıfınız belirliyor. Bu, siyaset biliminde çok kullandığımız klasik bir çerçeve aslında. Gelir düzeyi düştükçe ana endişe ekonomi; gelir düzeyi yükseldikçe temel endişeler daha değerlerle ilgili olmaya, nasıl bir dünyada yaşamak istediğiniz ile ilgili olmaya başlıyor. Bu gerilim, demokrasinin temel gerilimlerinden birisi. Örneğin salgın döneminde işinizi kaybettiyseniz, ekonomik kriz döneminde işinizi/gelirinizi kaybedeceğinize dair bir endişeniz var ise maddi hayatınız temel kaygınız tabii ki. "Yarın aç kalacak mıyım" sorusu neredeyse evrensel bir biçimde, tarihin her döneminde temel tedirginlik kaynağı. Bazı toplumlar, örneğin güçlü refah devletlerinin olduğu toplumlar, bu endişeyi gidermede daha başarılı. 0 toplumlarda demokratik değerler de daha iyi köklenebiliyor.

Hepimiz Yoksullaşıyoruz

  • Yani salgından ötürü "Yarın ben ölür müyüm" değil, "Yarın aç kalır mıyım" sorusu öncelikli...
    Belirli gruplar için sadece Türkiye'de değil, dünyanın her yerinde öyle olduğunu düşünüyorum. Yani ekonomi böyle devam ederse çalışma yaşındaki bir insanın işsiz kalma olasılığı çok yüksek ama Covid olup ölme olasılığı çok yüksek değil. İşini kaybetme riski ile karşı karşıya kalan biri "Evin temel geçim kaynağıyım, işimi kaybedersem hepimiz aç kalacağız, öleceğiz" diye düşünüyor. Daha üst sınıflara geldikçe, gelir düzeyi yükseldikçe, işini kaybetme korkusu daha çok yerini hastalık korkusuna bırakıyor. Özellikle beyaz yakalıların büyük bir kısmı evden çalışmaya geçtiği için bunu söylemek mümkün. Orada bir sınıfsal çatışma var. 0 çatışmayı pek çok hükümet teşvikler, ekonomik paketlerle çözmeye çalışıyor. Ama bu çok ciddi bir ekonomik daralma ve uzun dönemli işsizlik sorunu ile yüz yüze olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor. Mevcut iktidarın başarısının en önemli nedenlerinden birisi ekonomik refah yaratmış ve bunu çeşitli mekanizmalarla alt sınıflara dağıtabilmiş olmasıydı. Salgınla perçinlenen ekonomik kriz, şimdi bu resmi kökten değiştiriyor...
  • Ne değişiyor? Korku ve güvencesizlik toplumu nasıl dönüştürür?
    Türkiye'de çok ciddi bir ekonomik daralma yaşanıyor. Çok küçük bir azınlık dışında hepimiz yoksullaşıyoruz. Üstelik göreli bir refah döneminden sonra bunu yaşıyoruz. Klasik olarak siyaset bilimi alanında biz en çok seçmenlerin ekonomik performansa oy verdiğini söyleriz. Ama bu performans her zaman görelidir. Yani seçmenler daha önceki dönemlere göre ekonominin iyiye gidip gitmediğini değerlendirir. Şimdi iktidar kendi döneminin en kötü ekonomik performansını sergiliyor ama bu, sandıklara yansımıyor.
  • Yansımamasının akla, mantığa uygun bir nedeni olmalı..
    Pek çok kaynağı var. İlki ekonomi yönetimindeki sorunların dışsallaştırılması. Diyor ki iktidar "Ekonomiyi iyi hale getirebilirim ama faiz lobisi gibi birtakım güçler bunu yapmama izin vermiyor." Bu, sorumluluğun sürekli dışsallaştırılması durumu, hemen her alanda zaten iktidarın temel söylemsel stratejisi olduğu için, gerçek olmasa bile iktidar tabanı tarafından benimseniyor. Bir diğer kaynağı ise giderek daha egemen hale gelen bir yaklaşım. Seçmenler diyor ki "Evet iktidar mevcut krizden sorumlu, ama bu krizi çözecekse yine o çözecek. Çözebilecek başka aktör yok."
  • Aslında bugünlerde yapılan bazı anketlerde de "çözecekse o çözer" cevabına rastlıyoruz.
    Basit gibi gözüken ama üzerinden bütün bir siyasal sistemin kuruluşunu anlayabileceğimiz bir cevap bu. Çünkü bu cevap seçmenlerin partilerle kurdukları ilişkinin niteliğinden bilgi alma mekanizmalarının şekillenmesine kadar onlarca değişkeni içeriyor. Ama temel mekanizması kutuplaşma ve partizanlık. Türkiye'nin bugün siyasal sisteminin en önemli özelliği seçmenlerin siyasal partiler üzerinden kutuplaşması. Kutuplaşma siyasal tercihimizin objektif durum üzerinden değil, sübjektif algılarımız üzerinden şekillenmesine olağanüstü katkıda bulunuyor. Siyasal partilerle kurduğumuz ilişkinin de iki boyutu var. İlki pozitif partizanlık, belirli siyasal partilerle ve/veya liderlerle çok güçlü duygusal bağlar kuruyoruz ve bunun performans üzerinden değişmesine izin vermiyoruz. Bir kere bu bağ kurulduktan sonra neredeyse takım tutar gibi bir ilişki oluşuyor. İkincisi ise negatif partizanlık. Şu an Türkiye'de oy verenlerin önemli bir kısmı, belirli bir partiyle kurduğu pozitif yakınlıktan daha ziyade diğer partilerle kurduğu nefret ilişkisi üzerinden siyasi davranışlarını belirliyor. O yüzden de oy tercihlerinde performansa bağlı geçiş çok kolay olmuyor. Mesela "Ne olursa olsun AKP'ye oy veririm" diyen kitle düşüyor. Yani aslında AKP'den uzaklaşıyor ama "Asla CHP'ye oy vermem" diyen ve negatif kimliklenen kitle aynı kalabiliyor. Geçişkenliklerin artması için negatif kimliklenmenin düşmesi lazım.

Kutuplaşma Azaltılmalı

  • Öyleyse bugünkünden farklı tablo beklemek bir hayal..
    Farklı bir sonuç yaratabilmek için kutuplaşmayı azaltıcı stratejiler çok önemli. Örneğin son dönemde bazı anket sonuçlarında negatif kimliklenmenin azaldığını gözlemledik. Özellikle muhalif partilere yönelik. Bunu mümkün kılan şey muhalefetin iktidarın söylemsel çerçevesinden çıkmasıydı. Ama yeterli değildi. Kutuplaşma öyle bir noktada ki her grup diğeri kazandığı takdirde ayrıcajıklarını da kaybedeceğini düşünüyor. Özellikle iktidar partisi seçmeni arasında bu korku yaygın. Oyunu değiştirdiği takdirde sahip olduğu ayrıcalıkları, maddi kazanımlarını, siyasal ağlarını kaybedeceğini düşünüyor. Seçim zaferlerinin arkasında bireysel tercihler kadar harekete geçen pek çok ağ var. Hemşerilik ağları, meslek ağları, mahalle ağları gibi...

"Ortak İyi" Kurgulanmalı

  • Seçmenler kaybetmekten korkunca daha mı konsolide oluyor?
    Tabii ki. Örneğin ekonomiye bakın. Ekonomik büyüme tek başına bir ortak iyi değil. Onu nasıl dağıttığınız, pastayı nasıl bölüştürdüğünüz önemli. Bölüştürülecek pasta daraldıkça o pastadan kimi çıkaracağınız önemli. Özellikle ekonomik kriz döneminde hiç kimse pastadan çıkmak istemiyor. Çıkmaması da kendi çıkarlarını savunduğunu düşündükleri grubun, başarısız bile olsa, iktidarda kalması ile ilgili. Bu da başarısız performans sergilese dahi hükümete olan desteğin çok radikal bir biçimde azalmamasının başka bir nedeni. Burada önemli olan bu sorunlar arttıkça muhalif aktörlerin o pastayı yeniden "ortak iyi" olarak kurgulayabilmesi.